14 Ocak 2016 Perşembe

BARLA HAYATI
Bu sohbetlerden de rahatsız olan Hükümet, Bediüzzaman'ı etkisiz kılmak adına kesin bir çözüm olması ümidi ile  kuş uçmaz, kervan konmaz bir yer olarak bilinen Barla'da ikamet etmeye mecbur etti.
Eğirdir Gölü civarındaki bir derenin yamacında yer alan Barla köyüne ulaşım yalnızca kayıkla yapılıyordu. Gençleri ekonomik nedenlerle şehirlere göç eden Barla'nın nüfusu yaşlılardan oluşuyordu. Okuma yazma oranı son derece düşük olan bu köyde Bediüzzaman'ın etkili olması imkansız olacak ve zaten yaşlılardan oluşmuş üç beş köylü ile bir şey yapamayacağı için de zamanla unutulup gidecekti.   
"O yar ise, her yer yarar." diyen Bediüzzaman, bu sürgünlere ilahi kaderin görevlendirmesi olarak bakıyor ve kendisini, mevcut şartlar içinde ne yapabilecekse, onu yapmakla  sorumlu görüyordu.
"Vazifeni yap, vazifeyi İlahiye'ye karışma." parolasını rehber edinen Bediüzzaman, yokluğun bağrında varlığın müjdesini veriyordu. Barla bir iman inkılabına hazırlanıyordu. Kim bilebilirdi ki, ıssız bir  köyün; İslami uyanışın, imani şahlanışın, istikbale ümitle bakışın merkezi olacağını…
Bediüzzaman Barla'ya geldiğinde, ilk haftalarda, Muhacir Hafız Ahmed'in evinde kaldı. Ardından önünde büyük bir çınar ağacı olan köy odası, köylüler tarafından tamir edilerek kendisine tahsis edildi.
Burada ilk yazdığı eser "Haşir Risalesi" oldu. İlkbahar mevsimiyle birlikte Eğirdir Gölü'nün kenarında dolaşan Bediüzzaman,
"Allah'ın rahmet eserlerine bakmaz mısınız, ölümünden sonra onları tekrar nasıl diriltiyor…"(Rum, 30/50)
 mealindeki ayetin diline dolandığını fark eder. Kış mevsimi ile birlikte kuruyan ve ölen bitkiler alemi, yeniden diriliyordu. Bu diriliş insanın da toprağa girdikten sonra tekrar dirilişinin habercisi değil miydi? Öyle ise yaz kardeşim, dedi Bediüzzaman. Şam'dan buraya hicret eden Şamlı Hafız Tevfik başladı yazmaya ve Onuncu Söz (Haşir Risalesi) çıktı ortaya.[70]
Henüz harf inkılabı olmadığı için bu kitabı eski talebelerinden Müküslü Hamza ve mahalli tüccarlardan Bekir Dikmen'in yardımıyla İstanbul'a ulaştıran Bediüzzaman, matbaada basımını temin ederek, başta milletvekilleri olmak üzere bazı devlet memurlarına dağıtılmasını istedi.
İşte tam bu sırada Mecliste, Eğitim komisyonunda cismani dirilişin inkarına dair tartışmalar baş göstermiş ve ders kitaplarına da bunun geçmesi gündeme getirilmişti. Bu inkarcı görüşün öncülüğünü ise, biyolojik materyalizmin ateşli savunucu olan Abdullah Cevdet yapıyordu.   
Bediüzzaman'ın bu eserini gören milletvekilleri şaşkınlık içerisindeydiler. Bediüzzaman bu çalışmalardan nasıl haberdar olabilir ve kısa sürede, imkansızlıklar içinde bu eseri nasıl yazıp çoğaltarak buraya gönderebilirdi? Her ne kadar Kazım Karabekir Paşa'nın Bediüzzaman'ı bu gelişmelerden haberdar ettiği iddia edilse de, Bediüzzaman işin gerçek mahiyetini şöyle anlatmaktadır:
"Kardeşim, Maarif şurasının böyle bir karar aldığından haberim yoktu. Onların kararına göre Cenab-ı Hak Haşir Risalesi'nin yazılmasını bana ihsan etmiş. Yoksa ben kendi arzum ve hevesimle yazmış değilim, ihtiyaca binaen yazıldı."[71]
Haşir Risalesi'ni diğer eserler takip etti. Sekiz buçuk senelik Barla Hayatı süresinde Sözler kitabı ile Mektubatkitabının tümü ve Lem'alar kitabının da Yirmi Altıncı Lem'a'ya kadarki eserler yazılmıştır.
1928' harf inkılabının yapılması ile birlikte, artık Osmanlıca eserleri matbaalarda basmak yasaklanmış ve Bediüzzaman'ın dine hizmetine büyük bir darbe indirilmişti. Kendisini mevcut şarlar içinde elinden geleni yapmakla yükümle gören Bediüzzaman, olumsuzluklarla meşgul değildi. Zira o inanıyordu ki, Allah isterse ve razı olursa her şey kolaylaşırdı.
Nitekim, çok geçmeden, beklenen inayet yardıma koşmuş ve her bir köy ve kasaba adeta birer matbaa olmuştu. Sadece Sav köyünde bin tane kalem risaleleri elle yazarak çoğaltıyorlardı. Öyle ki, okuma yazması olmayanlar bile, asli nüshanın üzerine bir kağıt koyup, en altına da mum koyarak, görünen çizgilerin üzerini kalemle dolaşarak matbaa görevi yapıyorlardı. Osman Yüksel Serdengeçti'nin ifadesi ile, "İman tekniğe meydan okudu." Altı yüz bini aşkın sayfa risale elle çoğaltılarak Anadolu'nun her tarafına ulaştırılmaya, okunmaya ve okunanlar yaşanmaya çalışılıyordu.
Bediüzzaman sanki bir mağdur olarak sürülmemiş, atanmış bir kurucu rektör gibi, manevi bir üniversite kurmuş ve Anadolu'nun her tarafından binlerce gönüllü talebesi olmuştu.
Hesaplar tutmamıştı. Onu durdurmak, doğan bu güneşi fazla beklemeden boğmak gerekiyordu. Barla'yı o'na zindana çevirmek ve yaşanmaz hale getirmek için bir nahiye müdürü ve bir muallim atandı. Kendisine yapılan baskılar o dereceye vardı ki, Bediüzzaman 1934 yazında Isparta'daki  talebelerinden Tenekeci Mehmed'e gönderdiği bir mektupta şunları yazıyordu:
"Kardeşim, ben burada muallim ve nahiye müdürünün ezasına tahammül edemez hale geldim. Beni çok rahatsız ediyorlar. Kırlara da çıkamaz oldum. Rutubetli odada kabirde yaşar gibi yaşıyorum."[72]
Talebesi bu mektubu alır almaz hemen Vali Mehmet Fevzi Daldal'a götürdü.Gözden ırak bir yerde olmasındansa, gözetim altında tutulmasının daha doğru olacağını düşünen hükümet, bu mektubu da bahane ederek  25 Temmuz 1934 tarihinde onu Isparta merkezine getirtti.
Isparta'da hem evinin kapısında hem de evin etrafında sürekli polisler nöbet tutuyorlardı. Bediüzzaman'ın her adımı takip ediliyordu. Kimsenin yanına çıkmasına ve onunla görüşmesine izin verilmiyordu. Yalnızca, zaman zaman hizmetini görmek üzere, Mehmet Gülırmak adındaki bir talebesine izin veriliyordu. 
Bu küçük fırsatı değerlendiren Bediüzzaman, bu talebesini "Nur postacısı" olarak istihdam etti. Elle çoğaltılan risalelerin tashih edilmek üzere Bediüzzaman'a getirilmesini ve yeni yazılan risalelerin de etrafa dağıtılmasını Mehmet Gülırmak yapıyordu.
 Isparta'da kaldığı dokuz aylık zaman diliminde İhtiyarlar Risalesi, İktisat Risalesi ve Hastalar Risalesi adı ile bilinen üç tane uzun risale yazılmış ve etrafa dağıtılmıştı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder