BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI VE ESARET
1914 yılı yaklaşırken, Bediüzzaman talebelerine sık sık, büyük bir felaketin gelmekte olduğunu hissettiğini söyler. Ve medresesini adeta bir kışlaya çevirmek üzere bolca mavzer tüfekleri aldırır. Sık sık talebelerine silah eğitimi de veren Said Nursi, kısa bir sürede, uzaktaki bir yumurtayı nişan alıp vuracak duruma getirir onları.
Birinci Dünya Savaşı'nın ilan edilmesi ile birlikte, Said Nursi, yeğeni ve talebesi Molla Habib ile bereber, hemen gönüllü alay vaizi yazılarak Erzurum cephesine gönderildiler. Kısa bir süre sonra Başkomutan Enver Paşa tarafından milis alayı komutanı unvanı ile resmi olarak görevlendirilir. Talebelerinin büyük çoğunluğu şehit düşen, Gönüllü Alay Komutanı Said Nursi, savaş sırasında büyük başarılara imza atar ve iki sene sonra, Mart 1916'da Bitlis'te Ruslara esir düşer.[37]
Bitlis'in Rusların eline geçmesi ile birlikte esir düşen Nursi, Tiflis'te tedavi edildikten sonra Kosturma'daki esir kampına götürülür. İki buçuk sene kadar burada esir kalan Nursi, Rusya'daki rejim kargaşasından da istifade ederek firar eder.
Leningrat'tan Almanya'ya, oradan da Petersburg üzerinden Varşova'ya gelir. Viyana'yı da gördükten sonra, Sofya üzerinden trenle 1918 Haziranında İstanbul'a ulaşır.
Bediüzzaman'ın İstanbul'a gelişi zamanın gazetelerinde şu ifadelerle duyurulur:
"Kürdistan ulemasından olup, talebeleriyle birlikte Kafkas cephesinde muharebeye iştirak eylemiş ve Ruslara esir düşmüş olan Bediüzzaman Said Kürdi Efendi, ahiren şehrimize muvasalat eylemiştir."[38]
Bediüzzaman İstanbul'da bir kahraman gibi karşılanır. Enver Paşa:
"Bu hocayı görüyor musunuz, şarktaki savaşlarda Rus kazaklarına karşı koyan bu hocadır."
diyerek, onu Harbiye Nezareti'nin yüksek rütbeli komutanları ile tanıştırır. Ardından da kendisine savaş madalyası takdim edilir.[39]
Diğer yandan Şeyhülislam Musa Kazım Efendi'nin teklifiyle de Sultan Vahdettin tarafından kendisine ilmiye sınıfında "Mahreç" derecesi verilir. "Mahreç Mevleviyeti" olarak da bilinen bu rütbe, Osmanlıdaki bütün resmi ulemanın başı olan "Baş müderristen sonraki rütbe." anlamına gelmekteydi.[40]
Diğer yandan 12 Ağustos 1918'de kurulan, "âlimler konseyi" veya "İslam Akademisi" hüviyeti taşıyan"Darü'l-Hikmeti'l-İslamiye" ye kendisine haber verilmeksizin üye olarak atanan Bediüzzaman, yorgun ve rahatsız olduğu halde, "Milletime hizmettir." diyerek bu teklifi kabul eder.[41] Mehmet Akif Ersoy'un sekreterliğini yaptığı ve dokuz kişiden oluşan bu müessese, bir çok şubeleri ile dört yıl boyunca önemli hizmetler vermiş ve Kasım 1922'de kapatılmıştır.
Bediüzzaman Kafkas cephesinde savaş halinde iken, bazen at üzerinde bazen de siperde iken söyleyip, talebesi Molla Habib'in de kaleme aldığı ve Arapça olan İşaratü'l-İcaz adlı Kur'an tefsiri başta olmak üzere, İstanbul'da kaleme aldığı Nokta, Şuaat, Rumuzat, Sünuhat, Tuluat, Katre, Hakikat Çekirdekleri, Habbe, Zerre, Şemme ve Lemeat adlı eserleri de bastırarak neşretmiştir.[42]
Enver Paşa, "İşaratü'l-İcaz" adlı Kur'an tefsirinin bütün basım masraflarını üstlenmek istediği halde, Bediüzzaman sadece kağıt temini için müsaade etmiştir.[43]
"Darü'l-Hikmeti'l-İslamiye"den aldığı maaştan sadece zaruri ihtiyaçlarını karşılayıp, büyük kısmı ile kitap basıp ücretsiz olarak dağıtmıştır.[44]
İki buçuk senelik esaret ve iki senelik savaş hayatını yaşamış olarak yorgun ve bitkin düşen Bediüzzaman, İstanbul'a geldikten sonra, yine boş durmuyor ve nerede bir hizmet varsa ya bizzat içine girerek ya da desteklemek ve teşvik etmek sureti ile yardım ediyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder